Bir yıl daha sensizliğin hasretiyle dünya dönüp durdu. Ve böylece bir yıl daha geçmiş oldu.
Günümüz insanlığının mutluluğunun sırrı seni yeniden anlamasında ve sevmesinde saklı gelinen noktada özellikle Müslüman toplumların bu işi daha ince eleyip sık dokuması kaçınılmaz. Zira Zaman senin güzelliğinden telaşla geçti. Senden sonrakiler için sensizliğin ne demek bu gün dünyanın en bunalımlı coğrafyaları Müslümanların yaşadıkları coğrafyalar bu da üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken ,kaçınılmaz olgu olarak karşımıza çıkıyor. Neden böyle bir peygamberin ümmeti olma şerefine nail olmuş insanların oluşturduğu ülkeler çözümün bir parçası olmaları gerekirken sorunun ve sorunların cazibe merkezleri olmuşlardır?Şüphesiz bu sorunun birden çok cevabı olmakla beraber daha dominant olan cevap; bu toplumlarca peygamberimizin insani yanının iyi algılanamaması ve anlaşılamamasıdır.
Bulunduğumuz zaman süreci onun, bize bunlar geçer akçe diye sıkı sıkıya sarılın tavsiyelerini unuturmuş gibi...!.İslam ülkelerinin acil problemi lider merkezlidir. Birkaç ülke hariç diğer ne kadar İslam ülkesi varsa adeta diktatörlükle yönetiliyorlar.!.Oysa bir lider nasıl olmalıdır? Sorusunun cevabı arandığında bunun ilk ve akla gelen en doğru cevabı bu coğrafyalarda efendimiz(sav) gibi olmalıdır şeklinde verilir. Teorikte üzerinde ittifak edilen bu cevap nedense pratik aşamasına geçirilmeye çalışınca çatallanıyor .Erki eline geçiren liderler teorikteki üzerinde uzlaştıkları cevabın aksine pratikte aksi tutum ve davranışların içine giriyorlar.
O peygamber ki hayatı boyunca kendi canından dahi üstün tuttuğu ümmetinin selameti için Mekke’den Medine’ye en son hicret edenlerdenken ve tehlikeye şahsını ve yakın çevresini atarken, nedense bu gün bu coğrafyalarda onun aksi uygulamalar almış başını gidiyor. O toplumu için maddi zenginliğini fakirleşme pahasına öz eliyle toplumuna saçarken şimdi bir dilim ekmeğe bile muhtaç ülkesinin halkını sömürerek zenginleşen liderleri,yönettikleri topluluklarının mutsuzluğu üzerine mutluluklarını inşa ediyorlar.
Onun varisi olduğunu her fırsatta hatırlatarak toplumdan saygı görmek isteyenler ise her ne hikmetse asık suratlarıyla sözüm ona vakarlarını korumanın telaşındalar!Oysa O peygamber ki yüzünde tebessümle kalabalıklarda gezer bunu diğer insanlara da tebessüm sadakadır diye tavsiye ederdi. Şimdiki yöneticiler etraflarında el pençe divan durulmasını beklerken O karşısında heyecandan titreyen bedeviye neden titriyorsun Ben Kureyşli kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum diyerek , onun telaşını ve heyecanını yatıştırmaya özen gösterecek kadar halkından birisiydi.. Bizzat etrafında bulunanlara kendi eliyle hizmet eder, milletin efendisi; milletine hizmeti dokunandır, derdi.
Getirdiği değerler ve paylaşımcı hayat felsefesinin
uygulamada kendisine yer bulduğu gün İslam Coğrafyası
rahat bir nefes alacaktır .Böyle davranıldığı gün
dünyanın dört bir yanından yükselen Müslüman
çığlıklarının bir çoğu da artık sona erecektir. Onu
anladığımız ve algıladığımız gün fert olmanın
yalnızlığından kurtulup ümmet olmanın gururu ve
güveniyle mutlu olacağız. Bu davranış biçimi son
nefesinde bile ümmeti ümmeti diyerek
canını teslim eden peygamberi mutlu edecek örnek
davranış değil midir? Günümüz dünyasında Müslüman
Ülkeler ne yazık ki diğer dinlerden olanlardan çok onu
anlamaya ve algılamaya bu gün daha
ihtiyaçlıdırlar!.Çünkü Müslümanların üzerinde tebliğ
gibi bir yükümlülük vardır. Bunun hakkıyla ve
layıkıyla tapılabilmesi için peygamberin
getirdiklerinin Müslümanlarda geçer akçe olması
gerekiyor. Zira o peygamber hiçbir zaman kendisi için
istemediği şeyleri bir başkasına layık görmemiş ve
kendisini toplumundan soyutlamamıştır. Dışardan
bakıldığında günümüzde İslam ülkelerinin fikir çilesi
ve gönül sancısı çekerek ürettiği ve insanlığın önüne
koyduğu hiçbir şey yoktur. Bu da ister istemez İslam’a
ve onun toplumlarına başka dinlerin mensupları
insanlarca ön yargılı yaklaşmalarına neden olmaktadır.
Elbette bu yaklaşım tarzı yanlıştır ama bu yanlışta
onlardan çok son ve yegane dinin peygamberinin iyi
anlayamamış Müslümanların payı daha çoktur.
Yeniden ayağı kalkmak için kutlu doğumu yaşadığımız bu günlerde Hz. Peygamberi yeniden anlamak onun istediği ve arzuladığı şekliyle. Bizlerinde aslında kutlu doğumuna sebep olacaktır. Bu kutlu doğumda kutlu doğuşlara kucak açmanız dileğiyle....
Reşat COŞKUN
- ERZURUM
BOY
AYNASI
Köylü Mehmet Efendi uzun
zamandan beri uğramadığı şehre iner. Çay, şeker gibi ev
ihtiyaçlarını satın aldıktan sonra daha vakit varken şöyle
bir yeni yapılmış olan iş hanını gezeyim der. Ağzı açık,
aval aval iş hanını gezerken dükkanların camekanlarının
birinde öylece takılır kalır. Dükkan sahibinden içinde
adamları gösteren nesnenin ne olduğunu sorar. Dükkan
sahibi; sana seni gösteren şey aynadır der. Köylü; benim
hanıma bir kıyağım olsun düşüncesiyle boy aynasını satın
alır. Köyün yolunu tutar, eve varır. Hanımın evde
olmayışını umursamaz. Aynayı yatak odasına asar,gün az,
yapacak iş çok diyip, daha akşama da var, yarınki işlerimi
hiç olmazsa biraz azaltmış olurum diyerek tarlasına
çalışmaya gider.
Olanlardan
habersiz olan hanımı komşulardaki çay içmeden gelir.
Gerlik elbiselerini çıkarıp, gündelik elbiselerini
giyinmek için yatak odasına adımını atar atmaz, çığlığı
basar... Herif gözün kör ola! Şehirden üstüme kuma
getirdin demek. Ağlaya ağlaya soluğu anasının evinde alır.
Kızına göre daha görmüş geçirmiş olan annesi; kızım hele
dur bakalım! Bir de ben göreyim benim gül gibi kızımın
üzerine koklanan gül kimmiş diyerek, kızıyla eve gelir,
yatak odasına girerler. O da daha önce görmediği nesnenin
karşısına geçer, bakar bakar.... sonunda; Enişte senin
gözün kör ola! Bula bula kızımın üstüne getirmek için bu
meymenetsiz kadını mı buldun? Der. Kızını da yanına alır,
baba evine götürür.
Evet bizim
açımızdan yaşadığımız ülkede değişen bir şey yok! önceleri
dünyanın nerede ve ne durumda olduğunu bilmeyişimizden
kaynaklanan halimizden hoşnutluğumuz ve bu hoşnutluktan
beslenen kendimize güven vardı.
Ne
olduysa;telekomünikasyon alanındaki gelişmelerle anında
yapılan yayınlarla, göz göze geldiğimiz ekranlar duvara
asılı duran boy aynası olalı oldu. Ne var ki bu ekran
aynasında görünenler dünyalık adına cazibesi olan
güzelliklerdi. Bütün bu izlenimlerden sonra ne çare
bulunmaz bir çirkinlikle sarmaş dolaş olduğumuzu
şaşkınlıkla kabullendik...
Gözüm kör ola!
Ellerim kırıla! Bula bula bunlarımı bulmuşum dertlerime
çare olsun diye. Zira; aynadaki güzellik ve zenginlikler
bize ait değildir. Tükürüğümüzün Yunan, Bulgar’ı vs...
boğmayacağı asabımızı bozmuştur. Elin gavurunda insanlar
farklılıklara saygıda huzuru bulmanın mutluluğunda iken,
biz ha bire farklılıkları ayrılık için yeterli gerekçeler
görüp amip gibi bölünmeyi körükleyen yapıya dönüştürmüşüz.
Bu aynada olup bitenleri görmediğimiz zamanlardaki
mutluluğumuz, gördüğümüz gerçekler karşısında seraba
dönüştü. Yüz yüze geldiğimiz acı gerçekleri kabullenmenin
hoşnutsuzluğuyla, nasıl bedeli ödenmiş güzellikler
üretirim demek yerine, kendisine imrenerek bakılan
güzelliklere, çirkinlikleri yok etmekten kaçarak can
almanın derdinde herkes. Avrupa ülkelerinden has bel kader
bir ülke dese ki: Türklere bir haftalığına vizeyi
kaldırdım. Bu süre zarfında başvuruda bulunanlara oturma
ve çalışma izni vereceğim. Doğrusu merak ediyorum; boy
aynasında boyumuzun ölçüsünü alalı; kaç kişinin kendi
ülkesinde kalmak için ardına sığınabileceği güzellikler
bulacağını? Bir defa olanlar oldu. Nergis gibi suya
bakmadan önceki güzelliğimize olan kanaatimizin
tılsımı suya baktıktan
sonra bozuldu. Babamızın ve anamızın güzel durumda
olduğumuza dair sözleri artık farkına vardığımız
çirkinliğimizi örtmeye yetmiyor.
Reşat COŞKUN
-
[email protected]
TRAJİ GUGUK BİR DURUM
Önemsiz sandığımız olaylar bir de bakıyoruz ki,
hayatımızda derin izler bırakmışlar. Dibe vuran bir
takım olaylar zamanı gelince denizdeki cesetler
misali beynimizde yüzeye vuruyorlar. Yıllar önce bir
belgeselde izlemiş olduğum olayda olduğu gibi,
sanırım saka kuşu ile guguk kuşu arasında geçen olay
şöyle; dişi saka kuşu pusudaki dişi guguk kuşundan
habersiz kuluçkaya yatmıştır. Dişi guguk, saka
kuşunun yuvasından bir anlıkta olsa ayrılmasını
sabırsızlıkla beklemektedir. Karnı acıkan saka
yuvadan ayrıldığında olanlar olur. Pusudaki dişi
guguk kuşu on saniyelik zaman zarfında yuvaya gelir,
yuvadaki yumurtalardan birini dışarıya atar, kendi
yumurtasını yuvaya bırakarak hemen cami avlusuna
yavrusunu terk eden anne telaşıyla sırra kadem
basar.
Yuvasına dönen saka olanlardan habersizdir. Kendi
yumurtalarından ayırt edilmesi oldukça güç olan
guguk yumurtasını kendi yumurtası sanır.
Yumurtalardan bir günlük zaman farkıyla önce guguk
kuşunun yavrusu çıkar daha yürümekte bile zorlanan
yavru guguk genetik yapısında olan kurnazlıkla
yemeden içmeden önce, ilk iş olarak ertesi gün
yumurtadan çıkacak saka yavrularının gerçeğin ifşası
olacağını bildiğinden saka yumurtalarını telaşla
yuvadan aşağı atar,durumdan habersiz anne saka
yuvaya döndüğünde, iki yavru adayının kaybetmiş
olmanın üzüntüsünü, yavru guguk kuşunun yaşıyor
olmasının sevinci ile bastırır ve kendini teselli
eder......Annelik iç güdüsüyle,bir yavrusunu olması
sevinciyle:
Artık guguk kuşuna yemez yedirir, içmez içirir. Onun
büyümesi için elinden geleni ardına koymaz.Her türlü
fedakarlığı kendi yavrusu sandığı bu kuş için
gösterir. Zamanla yavru guguk saka kuşunun dört
misli büyüklüğüne ulaşınca anne saka yuva ile
yiyecekler arasında mekik dokur durur, düşünmeye
fırsat bile bulamaz. Çünkü; koca bebeği küçük
gagasında taşıdıklarıyla doyurmanın telaşındadır....
Dünyada buna benzer bir durum iki asır önce ABD’de
“ÜLLİMİNATE TARİKATI” olarak insanlar alemine kopya
edilip tıpa tıp uygulanmaya başlandı. Dünyayı
yönetmek üzere bu tarikatın kurgulandırması da
şöyledir; oldukça az sayıdaki zenginler kulübü kendi
içlerinde kapalı bir yapı oluşturmuşlar kız alıp
vermelerde bile sermeyenin bölünmemesi için BERDEL
SİSTEMİ geliştirmişlerdir. C. Washington’un bile şer
cephesi olarak nitelendirdiği bu tarikat etkinliğini
günümüzde daha da artırmıştır. ABD’de başkan olan G.
W. Bush’un üniversite yıllarında bu tarikatın
gençlik yıllarında görev aldığı söylenmektedir. Bu
zenginler kulübü dünyayı yönetmek iddiasıyla yola
çıkmışlar epeyce de mesafe kat etmişlerdir.
Bu amaç uğrunda ülkeleri birer saka yuvası görüp
kendileri ise guguk kuşu rolüne soyunmuşlardır.
Üçüncü dünya ülkelerinin yuvalarına bıraktıkları
yumurtaları ile bu ülkelerdeki yönetim halkalarını
tamamlamaya çalışıyorlar. TÜSİAD üyesi yüz zengin
içinde en hatırı sayılır olanlar bile bu zenginle
kulübünün genel dağıtıcıları ve gelirlerinin önemli
bir kısmını bunların mallarını satarak elde
ediyorlar. Zaten sanayie yatırım yapacaklarda
yuvadan atıldığında geri geniş halk kitlelerini ana
saka kuşu görüp kendilerini besleterek, büyütmek
kalıyor. Fakir halk toplulukları yutturulan yavru
gugukları beslemenin telaşından olanları akıl edip
düşünemezler bile. Çünkü mihenk taşı durumundaki
diğer yumurtalar yavru guguk tarafından yuvadan
atılmıştır..
Üçüncü dünya ülkelerinin kendi yuvalarında bir guguk
yumurtası üzerinde saka kuşu gibi kuluçkaya
yattıklarını anlamaları yumurtadan bir gün evvel
çıkan yavru guguk kuşunu kendi evlatlarını (yavru
sakaları) yuvadan atarken yakalama tesadüfüne
kalmıştır.
Reşat
COŞKUN - 13 oCAK 2005
AKTÖR
Yarı yıl tatili
nihayete ermişti.İkinci yarı yıl için ders başı
yapmıştık.derslerimize gelen öğretmenlerimizin bir
kısmında ikinci dönemde değişiklikler
olmuştu.Coğrafya dersine de yeni öğretmenle devam
edecektik.Yıllar süren beraberliğimiz neticesinde
eski öğretmenimizi çok iyi tanımıştık.Bundan dolayı
da derslerimiz sorunsuz sürüp gitmişti.
Yeni
gelen öğretmenimiz acaba nasıl biriydi . Hayatına dair
onunla ilgili bütün ayrıntılar bizim için önemliydi.İlk
dersimize girdiğinde dersi kaynatacak, böylelikle merak
ettiğimiz tüm sorularımızın cevabını bulmaya çalışacaktık
.İcabında onu bilinçli bir şekilde kızdıracaktık.Aramızda
böyle yapacağımıza dair sınıfça ağız birliği
etmiştik.Öğretmenlerimizden birisi:”Bir insanı tanımanın
en iyi yolu onu sinirli vaktinde
gözlemektir.”demişti.Nihayet yeni coğrafyacımız
geldi.Derse selamlamayla başladıktan sonra hangi konuda
kaldığımızı sordu.Biz, hocam daha tanışmadık Hele bir
tanışalım, sonraki derslerimizde konulara geçeriz
dedik..Ağzını açmasına fırsat vermeden soru bombardımanına
tuttuk.Nerelisiniz,evli misiniz,kaç çocuğunuz var….?İki
çocuğunun olduğunu öğrenince; oğlunuzun büyüyünce ne
olmasını istersiniz dedik.İyi bir aktör dedi..Okulumuzun
İmam-Hatip Lisesi olması nedeniyle bu cevap çok tuhafımıza
gitti.Aktörler iyi olabilirler miydi?.Bize göre bu meslek
grubunun insanları inançsız ve hayat tarzları
bozuktu..Neden öğretmenimiz öz evladının böyle birisi
olmasını istemişti ki? Yeni gelen öğretmenimiz ateist
miydi yoksa !Bu kez gerçekten şaşkın bakışlarımızla
sorumuzun cevaplandırılmasını bekliyorduk.Neden;
doktor,öğretmen savcı,imam,polis…değil de aktör?Sorumuzu
iki hafta sonra cevaplandıracağını söyleyerek derse
başladı.İki hafta sonra ramazanın ilk haftası olacaktı,
aynı zamanda. Artık işin yoksa gün say ki, iki hafta
geçsin, o gün gelsin…Nihayet beklenen gün gelmişti.Acaba
hangi kaçamak cevabı verecekti!Yoklamadan sonra yine
ağzını açmasına fırsat vermeden,hocam sorumuzun cevabını
vereceğiniz gün geldi,dedik.Evet haklısınız bugün, o
gündür,dedi.
Çağrı
filmini izleyip izlemediğimizi sordu.Hep bir ağızdan
izlediğimizi söyledik.Zaten ramazan olunca her televizyon
kanalı, bu ay boyunca neredeyse bu filmi en az bir defa
yayınlıyordu.Anlaşılan, iki hafta sonra diyerek
öğretmenimiz ramazanı da hesaba katıyordu.Böylece bu filmi
bir kez daha izlemiştik.Etkisi de üzerimizde hala
tazeliğini koruyordu.Peki en çok hangi sahne sizi
etkiledi?Dedi.. Sınıftaki öğrenciler istisnasız Hz. .Hamza’nın
şehit edilmesi sahnesi cevabını verdi.Öğretmenimiz neden
üzüldünüz ki onu oynayan bir Hıristiyan…Sınıf sessizliğe
büründü.Öğretmenimiz ;evladım,ben size iyi bir aktör
diyince hemen menfi yönde bir tepki verdiniz.Görüyorsunuz
ki hayatınızı derinden etkileyen olayların filmini
yaparken bile rolleri oynayacak adamınız yok.Yaşamak bir
yana neden içimizden biri yalandan da olsa kısa süreliğine
kendisini Hazma gibi hissedemez!Bu nasıl iştir ki
inancınızın filminde bile rolde gereği de olsa oynayacak
yetişmiş insanınız yok.
Ben oğlumun
aktör olmasını isterken bunu kastetmiştim,dedi.Bu cevapla
aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz bir meslek dalı
önümüze hedef olarak konmuştu.Biri o anda gelip, sınıfa
sorsaydı:Büyüdüğünüzde ne olmak istersiniz diye.Büyük
çoğunluğumuzun vereceği cevap belliydi.Büyünce iyi bir
aktör olacağım…
Reşat Coşkun
BENGİSU
17
Ağustos depremi bütün ülkeyi yasa boğmuştu.Depremin
korkunç etkisini gösterdiği yerlerde akrabaları
olanlarda yeis tüm haşmetiyle kendisini
gösteriyordu.İnsanlar bulabildikleri ulaşım
araçlarıyla akın akın yakınlarının akıbetlerini
öğrenmek amacıyla zelzele bölgesine bir an önce
ulaşmanın telaşındaydılar.Bunlardan biri de
Yusuf’tu.Otobüste biraz da çevresini kullanarak zar
zor yer bulmuştu.Yıllar önce evlenen daha doğrusu
kendisinin ve ağabeylerinin onay vermediği bir
evlilik yapan kız kardeşinin yanına gidiyordu.
İçinde ilk defa
böylesine karmaşa hüküm sürüyordu.Aklına kardeşiyle ve
onun ailesiyle ilgili değişik ihtimalleri getiriyor, biri
hariç diğer ihtimallerin tümüne üzülüyordu.Nedense
eniştesinin ölebilmiş olabileceğiyle ilgili sonuca bir
türlü üzülemiyordu. Bu düşüncesinden dolayı kendini
kınamasına rağmen yine de bu duygusu değişmeden hep aynı
kalıyordu..”Bir insanı yaşatanın bütün insanlığı yaşatmış
“gibi olacağını biliyor olması da bu duygusunu bir türlü
değiştirmiyordu.Kendi kendine eniştesi için; ne yapayım, o
da bende bu duygunun alt yapısının mimarı olmasaydı
diyordu. Böylece kendi kendini teselli ediyordu.Kardeşi
evleneli tam on dört yıl olmuştu….Bu süre zarfında
eniştesiyle en fazla iki, bilemedin üç defa bir araya
gelmişler, tümünden de neredeyse kavgalı ayrılmışlardı.Bir
araya geldikleri zoraki beraberliklerde kardeşinin
hatırına, çıkan bütün tartışmaların gönüllü ve mecburi
suçlusu hep o olmuştu.Öfkesinin sel gibi taşıp önüne
kattığı her şeyi sürükleyip götüreceği sırada babasının
kardeşlerine anlattığı menkıbeyi hatırlayarak içindeki
öfkesini yenebilmişti.Babası görmüş geçirmiş, insanlara
sofrasını ve kapısını açmış, fikir sancısı ve gönül
çilesi çekmiş bir adamdı.. Yıllar önce bu dünyaya veda
etmiş olmasına rağmen ; hala insanlar arasında ömrüyle
olmasa da adıyla yaşıyordu.Adı şehirde ve insanlar
arasında bu gün de geçer akçeydi. Yusuf bazen bu yaşa
gelmiş olmasına rağmen onun şanının gölgesinde yaşamaktan
sıkıldığı da olmuyor değildi.Bu kızgınlığı masumcaydı :
Hadi ben küçüktüm babam öldüğünde.Neden kardeşlerimden
birisi onu iyilikte geçmedi diyerekten kendi kendine
üzülüyordu.İlerlemenin olabilmesi için böyle olması
gerektiğini kendilerine babası öğretmişti.:Babayı
oğlu,öğretmenini öğrencisi,ustasını çırağı geçmeliydi ki
ülkeler ve toplumlar ilerleye bilsin.İnsanların iyilikte
yarışmadığı yerde hayır olmazdı..Hatırladığı menkıbeyi ,
ağabeylerinin evin ilk eniştesi olan Necati için
babalarının göstermiş olduğu saygıya içerlemeleri ve ona
kızmalarından ötürü babası onlara anlatmıştı.Onlar ;baba,
dün bir bu gün iki, hem o el oğlu, neden bu kadar saygı
duyuyorsun ki diye direttiklerinde, onları etrafına
toplamış, eniştesine evlatlarından çok özen gösteren
adamın menkıbesini anlatmıştı:Adamın birisi eniştesine
oğullarından daha çok saygı gösterirmiş.Hatta o kendisini
ziyarete gelince altına minder bile koyarmış,hatırını hep
hoş tutarmış,ağarmış sakalına, ilerlemiş yaşına
aldırmadan. Onun da evlatları sizin gibi adamcağıza
kızarlarmış.Baba yine böyle bir günde çocuklarının her
zamanki şikayetlerini yapmalarına fırsat vermeden onları
susturmuş, hanımına odayı perdeyle ikiye böldürmüş. Eşiyle
birlikte misafirliğe gelen kızının soyunarak perdenin
arkasına girmesini istemiş,bu arzusu kerimesince yerine
getirilince de hanımına perdeyi açtırmış.Soyunuk bir
vaziyette olan kızı, şaşkınlık ve utanç içinde koşarak
kocasının arkasına sığınmış.Baba,bu defa kızıyla
eniştesinin birlikte başka bir odaya geçmeleri ricasında
bulunmuş. Bu arzusu gerçekleştikten sonra çocuklarına
:Evlatlarım, elbette siz bana damadımdan
sevgilisiniz.Lakin gördüğünüz gibi kız kardeşiniz babası
olmama rağmen benim,kardeşleri olmanıza rağmen sizin
arkanıza sığınmadı.Eloğlu dediğiniz, kocasının ardına
sindi.O bizim namusumuzun emanetçisi olduğu için ona bu
kadar saygı duyuyorum demiş… Bundan sonra babalarının
saygısını sorgulayan çıkmadığı gibi aynı saygıyı kendileri
de eniştelerine karşı esirgemedi. İşte bu menkıbeydi
eniştesine karşı haklı olduğu bütün tartışmalardan kendi
iradesiyle vaz geçiren olay.Ne kadar kötü olursa olsun
ona namusları emanetti.İlahi bir mani olmadığı müddetçe de
bu böyle devam edecekti.Bu durumun istisnası ölümdü veya
eniştesinin onu istememesiydi.Çünkü kız kardeşi
büyüklerinin bütün karşı çıkmalarına rağmen kendi yüreğini
ortaya koyarak,onu tüm içtenliğiyle ona kaçacak derecede
sevmişti..Bundan dolayı da kan kussa da kızılcık şerbeti
içtim diyerek hatasına katlanıyordu.Bu katlanış bir nevi
kendisine vermiş olduğu cezaydı.Gel gidelim dense de yine
gelmeyecekti…. Yusuf bütün bunları bilmiş olmanın
ağırlığıyla otobüsteki yolculuğuna devam ediyordu.Acaba
ölmemişse bu adamla kim bilir yine hangi tartışmaları
yaşayacaktı…?
Otobüs deprem
bölgesine girmeye başlamıştı.Bunu binalardaki çatlaklardan
anlıyordu.Merkeze doğru ilerledikçe çatlaklar yarıklara
dönüşüyor,yıkımların boyutu giderek artıyor,kesif bir ölü
insan kokusu etrafa yayılıyordu.Hayatında ilk defa bu
kadar korkunç manzarayla karşılaşıyordu.İnsanlar yıkılan
binaların molozları arasında çaresiz bir şekilde
kendilerinin bir an önce kurtarılmasını bekliyorlardı.Bu
ölüler ve diriler için yegane gayeydi.Yaralılar
iniltileriyle hastanelere,ölülerse suskunluklarındaki
sesle bir an önce mezarlarına gitmek ister gibiydiler.
Yusuf;annesinin ve babasının hüngür hüngür ağladığı
ölümlerine neredeyse şimdi seviniyor gibiydi!Burada bir
şeyi daha öğrenmişti.Bir insanın öldükten sonra inançları
doğrultusunda naaşı yıkanarak,namazı kılınarak,
dostlarının omuzlarında taşınarak ve helallik alındıktan
sonra defnedilmesi ne büyük bir nimetti!
Annesinin ve
babasının böyle bir ölümle öldükleri için yaratıcıya
şükretti.Yetim ve öksüzlüğüne ilk kez sevindi….Kendisinin
de tıpkı onlar gibi bir ölümle ölmesini Mevla’dan niyaz
etti.Artık depremin oldukça etkili olduğu kardeşinin de
yaşadığı ildeydi. Buradaki irtibat bürosuna telaşlı
adımlarla hiçbir şey düşünmeden ve hissetmeden girdi.Artık
kanı donmuş, aklı işlevini yitirmiş durumdaydı.Kalbinin
küt küt atışlarını da duymasa kendisinin robot olduğuna
inanacaktı.Bu bürodan Kardeşinin,sahildeki bir parkta
Kızılay’ın vermiş olduğu çadırların birinde kaldıklarını
öğrendi.Koşar adımlarla çadırların bulunduğu alana doğru
yol aldı.Vardığında kardeşinin ailesiyle felaketten sağ
salim kurtulduğunu gördü.İçindeki duygular yine
savrulmuştu ve iradesi küçüklüğünde bin bir zorlukla
yakaladıktan sonra elinden kaçırdığı kuşlar gibiydi...Bu
duygulara kardeşinin evlendiği ilk günden aşinaydı.Kardeşi
ve yeğenleriyle içtenlikle kucaklaşmasına
karşılık,eniştesiyle ki içtenlikten ıraktı.Sadece sıradan
bir merhabalaşmaydı o kadar.Kısa süreli oturmadan sonra
çadırlara yardım malzemesi gelmiş nidasıyla çadır kent
hareketlendi. İnsanlar yardım malzemesinin dağıtıldığı
kamyonlara doğru yola koyuldular.Kimi koşuyor,kimi
yürüyordu.Aslında yoldaki yürüme tarzları onların insanlık
derecelerinin de bir nevi göstergesiydi.Koşar adımlarla
gidenler yağmacı ,yürüyerek gidenler sadece
ihtiyaçlıydılar ve zaten onlar için bu yoldan başka çıkar
bir yol da kalmamıştı.
Yusuf
yanılmamıştı, eniştesi de koşanların en önde
gideniydi.Adımlarından hala değişmediği hatta menfi yönde
ilerlediği aşikardı!Oysa son görüşmelerinin üzerinden
sekiz yıl geçmişti.İhtimal vermemekle beraber bazen kendi
kendisine yaşı ilerlemiş, belki kemale ermiştir diye
düşündüğü de olmuştu.. Ama can çıksa da huy
çıkmıyordu.Bunu şimdi bir kez daha yaşayarak tecrübe
ediyordu.Külliyetli servetine rağmen eli sıkılıktan sanki
ihtiyaçlıların en ihtiyaçlısıydı.Bu uğurda her türlü
arsızlıktan ve kavgalardan çekinmiyordu….İlk partiden
elindeki paketlerle sevinçle döndü. Telaşla çocukları ve
eşini apar topar topladı.Onları apar topar yeni yardım
kuyruklarına sokmak üzere yanına alıp götürdü.Her gidişin
dönüşünde hırsı daha da artıyor,sarsıntılardan hiç
etkilenmemiş olan evini yağmaladığı malzemelerle tıka
basa dolduruyordu.Çocukları bunu oyun sanıyor,hanımı ise
utana sıkıla bir tatsızlık çıkmaması için zoraki
katılıyor,kardeşine lisani hal ile özürlerini
bildiriyordu.Huyunu bilmese neredeyse kaynına da gel
diyecekti. Ama onu tanıdığından ve malzeme kalmayacağı
korkusundan bu fikrinden caydı.Onlar gidince canı sıkılan
Yusuf komşu çadırlardan birinde iki yaşlı çiftin
haricinde kimsenin çadırlarda kalmadığını fark etti.Kendi
kendisine demek ki bunlar yaşlı ve yardım malzemesi alacak
kimseleri yok diye içinden geçirdi.Aman olmazsa olmasın,
ben de onların bir evladı sayılırım dedi,yola
koyuldu.Bisküvi ve süt dağıtımı yapılan bir yardım
kamyonundan verilen torbaları aldı ve yola
koyuldu.Aldıklarının yaşlıların hoşnut olacağı türden
nevaleler olduğu fikrindeydi..Kendisi için almadığından
çekinmeden epeyce bir malzeme almıştı.Hem ihtiyarcağızlar
için kendisinden başka kim gidip kuyruklarda vakit
geçirirdi ki?Güç bela taşıdığı erzakları yaşlı çiftin
çadırının önüne bıraktı.Ailenin erkeği olan Mehmet amca
:Evlat sizinkiler henüz dönmedi.Meraklanma istersen
elindekileri bırak git.Onlar gelene kadar ben erzaklarına
göz kulak olurum diyince, Yusuf :Yok amca, bunları ben
sizin için aldım.Bakın hem sizin yiyebileceğiniz türden
gıdalar bunlar.Niye zahmet ettin yavrucum sorusuna?Herkes
gidince bir şeyler almaya, siz burada kalınca
içerledim.Ben de sizler için alayım dedi.
Bunun
üzerine Mehmet amca:Evlat kusura bakma….Ne bileyim
…..Seni de onun gibi sandım.Bundan dolayı da senin bizlere
onları alabileceğine ihtimal vermedim. Kusura bakma. Olur
mu?Yusuf sahi sen nerelisin? Allah aşkına...Yusuf’tan
Erzurumluyum lafını duyunca gözleri ışıldadı.Titrek bir
ses tonuyla; o zaman sen Erzurumlu kızımın kardeşi
olmalısın dedi.Kanaati Yusuf tarafından doğrulanınca,
sevinciyle beraber ağlaması da arttı.Evladım, evladım….!
Erzurum’un neresindensin?Yağmurcuk Köyünden. Babasının
adını da öğrenince tatlı bir tebessüm ettikten sonra
Yusuf’a ;evladım beni iyi dinle… :Ben Erzurum’un Kümbet
Köyündenim.Köyümden on yaşımda ayrıldım.Bursa’ya
geldim.Yıllarca çalıştım,didindim.Çalışmalarımın
semeresini aldım.Fabrikaları olan bir zengin oldum.Tatil
için hanımımla buraya gelmiştim. Gel gör ki Allah’tan
başımıza bu felaket geldi.Şimdi de bu çadırda oturmuş
yardım bekler duruma düştük..Buna da çok şükür.İnsan ne
oldum dememeli ne olacağım demeli. Şu an ben yetmiş beş
yaşında bir adamım.Babanın zamanında çok ekmeğini
yedim,suyunu içtim. Nefsim zengin olduktan sonra zekat
dağıtanda bazen cimrilik edecek gibi olsa babanın
cömertliğini aklıma getirip ziyadesiyle dağıtmaya özen
gösteriyorum.Yusuf aradan geçen altmış beş yıllık zamanı
düşündü. Dehşete düştü….Zira hayatında ikinci kez yüreği
orta yerinden faylarla parçalanıyor, inanmadığı bir olayı
daha iliklerine kadar yaşayarak öğreniyordu. Zira
kardeşlerinden Behzat ona askerlik için gittiği Muş’ta
eşkıyaların yolunu kestiğini ,Erzurumlu olduğunu ve
babasının adını öğrenince çok ekmeğini yedik suyunu içtik
diyerek eşkıyaların özür dileyip kendisine koyun keserek
ikram ettiklerini anlatmıştı.O da bu kadarına da pes
doğrusu diyerek bu olayı bir türlü
kabullenmemişti.Abisinin olayı abarttığı kanaatindeydi
.Ahmet Bey evladım, işin her ne olursa olsun. Bizim hiç
çocuğumuz olmadı.Gel benim evladım ol.İşin başına geç ,ben
ölünce de servetim senin olur.Sahi geçer misin?Bunu
yaparsan beni çok sevindirirsin dedi.Bu defa da Yusuf
tebessüm ederek ,Ahmet amca: Bu benim ilkelerime
aykırı:Ben öğretmenim,okulda öğrencilerime hep çocuklar
alt yapısı olmayan her şey gecekondudur.Bu bir makam
olur,diploma olur, zenginlik olur hiç fark etmez, alt
yapısı olmadığı için bir gün gelir kolaylıkla elden çıkar
derdim.Şimdi ben kendi ilkelerimi nasıl
çiğnerim?Oluşmasında emeğimin olmadığı bir zenginlikten
şimdi nasıl faydalanmayı kabul edebilirim diye sordu?
Mehmet
Bey bu cevaba evlatlığını kabul ettiğini bildirecek
cevaptan daha çok memnun oldu.Yerinden kalktı.Yusuf’u
alnından öptü.Eşini yanına alarak geceyi geçirmek üzere
arabasına yöneldi.Tüm itirazlarına aldırmadan Yusuf’u
misafirimsin diyerek çadırında yatırdı..Kendisi ve hanımı
sabaha kadar arabanın arka koltuğundaki daracık yerde
sabahladı.Böylece biraz da olsa geçmişten kalma minnet
borcunu ödemiş olmakla beraber kolaya konmayan erdemli bu
genci de ödüllendirdiğini düşünüyordu…Çünkü iyilikler
bengi suydu.Ne kadar zaman geçse de eskimiyor, hep yeni
kalıyordu.Ölümlü insan iyilikleriyle abı
hayat içiyor, ölümsüz oluyordu.
REŞAT COŞKUN
PALTO
Erzurum kılıçtan
keskin kışlarıyla meşhur bir şehirdir.Bu nedenle şehir
halkının neredeyse bütün ömrü bu soğuklara hazırlıklarla
geçer.Bu şehirde bir bakıma, insanlar kışı daha çok
severler. Biraz zoraki de olsa…Önlerinde bekleyecekleri
yaz olduğu için.Yazın böyle bir beklentileri de
olmadığından, bu mevsimi kış hazırlıklarıyla
geçirirler.Aslında gelen yaz değildir, kışa hazırlanma ve
kışı karşılama meşakkatidir..
1986’nın
sonbaharıydı;aylardan ekimdi.Muhsin bir taraftan okula
gidiyor, bir yandan da bütün şehir ahalisinin yaptığı gibi
kışı karşılamak için karınca kararınca son hazırlıklarını
yapıyordu.Başka yerlerde ateşle oyun olmaz sözünün
buradaki söylenişi soğukla oyun olmazdı.Hem de ne kış:
Evliya Çelebi’nin deyimiyle kedilerin damdan dama atlarken
donduğu, bahar gelince ancak buzlarının çözülebildiği
kış…Bunun için Muhsin yıllardır almayı hayal etmesine
rağmen bir türlü alamadığı bir paltonun acil ihtiyacı
içindeydi..Yemesinden içmesinden kısmış, bir palto
alabilmenin derdine düşmüştü..Çarşıda yaş sebze ve meyve
satışı yaptığı tezgahının başında alış veriş için gelecek
müşterileri her zamankinden daha çok bekliyordu. Zira her
müşteri onun için palto hayaline bir adım daha yaklaşmak
demekti.
Aslında zengin bir
ailenin son çocuğu olarak hayata gözlerini açmıştı.Ama
kader ona küçük yaşta yetim kalmayı reva görmüştü.Bölünen
mallar ve gelmeyen alacaklar onu hem çalışıp hem de
okumaya mecbur etmişti.Bu durum bir yandan da onun için
faydalı olmuştu.Mirasyedi, şımarık zengin çocuğu
kardeşlerinin aksine bu durum onun çalışan, üreten,kazanan
ve kazandığını, babası gibi mağdur insanlarla paylaşan
birisi olmasına vesile olmuştu.İki tarafı da kesen bir
kılıç gibiydi.Hem dünyalık kazanmayı hem de
kazandıklarının bir kısmıyla ahiret için insanların
gönlünü kazanmayı biliyordu.
Her gün yaya gidip
geldiği üniversiteden üşümemek için üst üste giydiği
kazaklardan artık gına gelmişti.Bu onu yaşına göre biraz
kilolu da gösteriyordu.Böylece palto aldığı gün bir taşla
iki kuş vurmuş olacaktı..O böylece hem üşümekten, hem de
şişman görünmekten kurtulacaktı..Her sabah işe ve okula
artık daha bir şevkle gidip ve geliyordu.Biriktirdiği para
tomarını cebinden çıkarıyor defalarca sayıyor, tekrar
cebine koyuyordu.Bu onun en büyük zevklerinden biri
olmuştu.Tabi ki bir de okul ve geçim için vermiş olduğu
uğraşlardan arta kalan zamanlarında rahmetli giyim adını
verdiği eskici dükkanlarındaki az kullanılmış paltolara
bakarak en yenisi ve en güzelini bulmak için verdiği diğer
uğraş..
Aslına bakılırsa
bu tür satış yapan dükkanların birisinde merinos yününden
istediği gibi bir tane palto bulmuş ve beğenmişti.Fakat
parasını sorduğunda boyunu aşan fiyat karşısında boynunu
bükmekten başka elinden bir şey gelmemişti.Ama bu onu
hiçbir zaman yılgınlığa düşürmemişti;hatta paltoyu alma
arzusunu bilemişti,hırsını arttırmıştı.O hayatını iki
temel üzerine kurmuştu.Bir işe girmeden önce; enine boyuna
iyice düşünmek.Bu aşama tamamlandıktan sonra da yüreğiyle
meselenin üzerine gitmek.Bu yöntemi Sultan Fatih’ten
kendisine kalan bir miras gibi görüyordu.Örnek aldığı
insan İstanbul’u almak için on iki yaşından itibaren
planlar yapmış,yirmi bir yaşına gelince de işe
girişmişti.Bir ara fetih aksiliklerle yatacak gibi
olduğunda atını denize doğru sürerek:Ya İstanbul beni
alır. Ya ben İstanbul’u ! Diyerek yüreğini ortaya koymuş
ne kadar kararlı olduğunu göstermişti..Bunun için
hayatında önemli kararlara hep Fatih metoduyla yön
veriyordu Meseleleri aklıyla düşünüyor ,yüreğiyle üzerine
gidiyordu.Akıl üzerine inşa edilmiş bir duygusallıktı
bu…Böyle yaptığından dolayı da hiç kaybettiği
olmamıştı..Babasının ölümünden kısa bir süre sonra tek
dayanağı olan annesinin ölüm acısını bile bu yöntemle
üzerinden atmıştı.
Zaman akıp
gidiyor, soğuklar şiddetini artırırken geçen günlerle
beraber kazandığı paralardan palto için bir köşeye attığı
miktarda kabarıyordu.Nihayet günler sonra beklediği büyük
gün gelmişti.
Uzun uğraşlar ve öz
verili çalışmalar sonucunda istediği gibi bir paltonun
sahibi olmuştu.Kendisini soğuktan koruyacak.Üşümemek için
üst üste elbise giymekten de kurtulacaktı.Hele yaşına göre
şişman görünmekten kurtulmuş olmak vardı ki bu bile tek
başına bir neden olarak kendisini mutlu etmeye yetiyor da
artıyordu.Paltosunu aldığı günün sabahı erkenden kalktı,
her zaman olduğu gibi caminin yolunu tuttu.Üşümek gibi bir
derdi olmadığından daha fazla ecir alacağı düşüncesiyle bu
kez uzakta ki bir camide namazını eda etmeye karar
verdi.Aslında her sabah böyle yapmak istiyordu. Lakin
Erzurum’un soğuğu elini kolunu bağlıyor, bu düşüncesini
gerçekleştirmekten alıkoyuyordu.Hele seher vaktindeki
soğuklar…..Düşman başına…
Sabah namazını Murat
Paşa Camisi’nde kıldıktan sonra, kendime bir kıyak yapayım
diyerek karnını doyurmak için şehrin en eski
lokantalarından olan Güven lokantasının yolunu
tuttu.Buranın paçası meşhurdu.Zaten şehirde bu saatte
açılmış olan lokantada pek yoktu.Olsa da bunların sayısı
bir elin parmaklarını geçmezdi.
Lokantanın
kapısından sevinçle içeri girdi.Müşterileri ve çalışanları
selamladıktan sonra siparişini verip boş bir masaya
kuruldu.Sabah olduğu için genelde lokantada parmakla
sayılacak kadar müşteri vardı.Her kapının açılışında da
gayri ihtiyari burada bulunan herkes kapının olduğu tarafa
gözlerini çeviriyor, gelenin kim olduğunu öğrenmeye
çalışıyordu.Çünkü bu çarşıda herkes az çok birbirini
tanırdı.Bir iki derken, gelenlerin sayısı artmaya kapının
açılışı sıklaşmaya başlamıştı ki bu kez ellerini ovuştura
ovuştura çarşının bilinen delilerinden olan Ahmet içeriye
giriyordu..Gürül gürül yanan sobanın yanına gidip,ellerini
ayaklarını ısıttı.Daha sonra boş bir masanın kenarına
ilişti.Vehbi Usta her müşterisine sorduğu gibi ona da
arzusunu sordu..Boynunu büken Ahmet bu haliyle sen
bilirsin manasında: Açlığını giderecek çorbayı veya paçayı
seçme tercihini ona bıraktı.O da neşeli bir tavırla
getirdiği çorba kasesini yemesi için Ahmet’in önüne
koydu.Zaten yıllardan beri Ahmet’in ve bir çok delinin
doyurulması işini kuruş talep etmeksizin üzerine
almıştı…Masanın kenarında oturan Ahmet hala ısınmamış
olacak ki çorbasına kaşık uzatmadan tekrar sobanın başına
geçti..Muhsin’in ağzına götürmek üzere olduğu kaşık birden
elinde kaldı.Ağzında lokmalar büyüdü ..İçinden bir şeyler
koptu.Her neyi denediyse bir türlü içindeki iyilik
meleğini başından def edemedi…Yeni aldığı paltosuna
baktı..Ahmet’e baktı..Daha okula bile bununla gitmedim.Ben
de ne zorluklarla aldım.Hem benim yokken kimse getirip
vermez.En azından onun durumunu bilindiğinden, getirenler
olabilir. Benim öyle bir sansım da yok, dedi…Gözlerini o
noktadan uzaklaştırdı.Verdiği cevap aslında kendisini de
tatmin etmemişti..Ama bu mazeret işini bir nebze olsun
kolaylaştırdığı için paçasını kaşıklamaya devam
etti.Lokantanın dışına çevirdiği gözleriyle dışarıdaki
insanları izliyordu.Dışarıda soğuktan telaşlı adımlarla
yürüyen insanlarda istisnasız tek endişe bir an önce sıcak
bir mekana kendimi atıp kurtulsamdı.Bu yürümelerindeki
aceleden ve tavırlarından belliydi.Bu durum onu uzaklaşmak
istediği ortamdan uzaklaştıracağına daha da içerisine
çekiyordu..Çünkü dışarıda değil içerde üşüyen biri vardı..
Artık ağzının tadı kaçmıştı bir kere..Nerden de geldim
dedi, kendi kendine buraya.Keşke bu gün gelmeseydim… Yemek
mi onu ,o mu yemeği yiyordu belli değildi..
Lokantanın kapısı
tekrar açıldı.Bu defa gelen çarşını manavı olan Necip
Amcaydı .Yerine oturmadan yüksek sesle elindeki poşetten
bir palto çıkardı.Ahmet’im nerede benim..Bakın ona neler
de aldım,üşümesin diye, palto getirdim .Ahmet’i masasından
kaldırıp paltoyu giydirdikten sonra kendisi de bir masaya
oturdu.Aslında paltoyu Ahmet’e değil Muhsin’e getirmiş
gibi olmuştu.Muhsin’in yüzündeki somurtkanlık kaybolmuş
adeta kış ortasında baharı yaşayan bir memleket
olmuştu..Yüzünde güller açtı..İkram edilen çayını tadını
çıkara çıkara yudumladı..Tabiki bu neşesi de fazla
sürmedi..Bu kez vicdanı zaptiye oldu yolunu kesti..Paltoyu
kurtardığından çok bu kez veremediğine üzüldü.Bir paltoyu
bile veremeyecek cimrilikle kendini suçladı.Demek ki
Allah’ın sevgili kulu değilim ki bu iyilik bana değil
Necip Amcaya nasip oldu,dedi...Sabahı, bu yaşananlardan
dolayı berbat olmuştu.Oysa güne sevinçle başlamasına sebep
olan palto gün sonunda gününü kabusa
dönüştürmüştü…İsterken her şeyin hayırlısını istemek bu
olmalıydı..
Okula gitti,okuldan
eve döndü.Durumunda en ufak bir değişiklik olmadı..Hep
aynı söz dudaklarından dökülüyordu.Pis cimri..pis
cimri..İçinde bir bölünme yaşıyordu.İçi İslam’ın ilk
yıllarının Mekke’sinden de karışıktı..Oradaki karşılıklı
bir hak batıl savaşıydı.Kardeş kardeşe kutsal bir
kavgaydı.Buradaki ise kendi içinde kendisiyle tutuştuğu
bir savaştı..Kendisi de içindeki iyinin kazanmasından
yanaydı. Zira yiğit bin yaşar, fırsat bir düşerdi..Fırsat
da elinden kaçmıştı,yiğitlikte…
Daha fazla bu
duyguları yaşamamak için erkenden yatmaya karar verdi.Hem
böyle yaparak günün yorgunluğunun yanı sıra yaşadığı ruhi
sıkıntıyı da belki atlatmış olurdu.Sabah ezanlarına
kapının tokmağının sesi karışıyordu.Ezanla beni çağıran
belli,kapının tokmağıyla çağıran kim ola ki dedi?.Hemen
yorganını üzerinden attı kapıya doğru yola koyuldu.Kim o,
sesine” Benim ben…Hacımın oğlu..Yunus..” Muhsin kapıyı
açtı.Bu köylerinin delisi olan Yunus’tu. Köyden çıkalı
yıllar olmuştu.Yunus’u köyden açılan sohbetlerde isminin
geçmesinden biliyordu.Hayırdır Yunus.Derdin nedir ? Dedi.
Hacımın oğlu biliyorsun havalar soğudu. Baban öldü sen
varsın.Üşüyorum.Paltom yok Bana bir tane palto
lazım…Muhsin tebessüm etti.Dün kaçırmış olduğu iyilik
fırsatının bu gün kendisine tanındığına sevindi,paltoyu
getirerek sevinçle Yunus’a uzattı..Kapıyı kapatırken bu
dünden nasipten çıkmış bir gün öyle boş yere bende kaldı
diyordu..Sevinçle yeni güne başlıyordu…
Reşat COŞKUN - Erzurum
USTA İLE KALFA
İsmail Usta, dükkanının önünde oturmuş,
sabah keyfi yapıyordu. Bir yandan da kahveci çırağının
getirdiği çayı yudumluyordu. Birden neşesi kaçtı. Derin
bir ah çekti… Neden benim de bir evladım olmadı ki diyerek
kendi kendine dertlendi… Sonra bu haline tövbe etti. Dünya
bir imtihan dünyasıydı. Herkes bir şekilde imtihan
olunmaktaydı. Çıraklarının temizliğini ve bakımını
yaptıkları torna tezgahının başına geçti… Gelen işleri bir
an önce yetiştirmek için işe koyuldu. Hem böylece boş
kalan insanın süfli düşüncelerinden de kurtulmuş oluyordu.
Onun meslek hayatında zamanında teslim etmediği bir iş
olmamıştı. Ayrıca yaptığı işteki titizliği giderdiği
arızanın bir daha patlak vermesine yol açıyordu. Şimdiye
kadar yapıp gönderdiği bir işin geri geldiği görülmemişti.
Bunlardan dolayı tanınan ve tercih edilen bir ustaydı. Hal
böyle olunca da dükkanı müşterilerle dolup taşıyordu.
Sabahın erken saatleri hariç başını kaşıyacak zamanı
yoktu. Hatta geceleri bile sıcacık yatağından kaldırılıp,
tatlı uykusundan uyandırılıp işe götürüldüğü oluyordu.
Darda ve yolda kalmışa yardım etmeli deyip
bu tür işlere de üşenmeden gidiyordu.
Tornanın sesine çıraklardan birisinin sesi
karıştı. Usta, Usta! Dışarıda bir adam sizi görmek
istiyor. İsmail Usta makineyi kapattı. Ellerini önlüğüyle
sildi. Gelen çocukluk arkadaşıydı. Yanında getirdi sevimli
ve güzel giyimli çocuk da arkadaşının oğlu olmalıydı.
Çıraklardan birisi kahveye gönderildi. Gelen kahveler
içildi. Geçmişteki güzel günler bir bir yad edildi.
Arkadaşı:
- İsmail Usta biliyor musun seni çok
özlemiştim? Gelmem iyi oldu. Ancak sebebi ziyaretime
gelince; benim oğlanı size çıkar vermek niyetindeyim.
Tabi ki sen de münasip görüp, kabul etme lütfünde
bulunursan?
İsmail Usta:
- Elbete, lütufta bulunmak ne demek, başım
gözüm üstüne. Senin evladın, benim de evladım sayılır.
Hem Mevla bize evlat nasip etmedi.
Bunu evlat yerine koyar, yetiştiririm. Hiç
değilse benim de emeklilik günlerimde evden çıkınca
uğrayacağım bir yerim de olur böylece…
Yeni gelen çocuk işi öğrenmede emsallerine
göre daha maharetliydi. Hele akşam iş çıkışlarında
boşalmış yağ tenekelerinde üşenmeden su ısıtıp banyo
yapması, üstüne başına titizlik göstermesi ustasını
ziyadesiyle mutlu ediyordu. Bu çırağı görenler yaptığı işe
dair bir tahminde bulunsalar, hiç birinin tahmini
tutmazdı. Herkes ona giyimine, kuşamına ve tırandazlığına
bakarak ünlü bir fabrikatörün oğlu veya en yakın tahminle
ünlü markalar satan bir mağazanın tezgahtarı derdi.Ustası,
Ömer’i yere göğe sığdıramıyor, Ömer diyor da başka bir şey
demiyordu.
Onun adını anmak kendisini sonsuz sevince
gark ediyordu. İş hayatında elinden bunca çırak gelmiş
geçmişti. Böylesi binde bir olurdu. O bir kendisine nasip
olmuştu. Bu lütfundan dolayı Allah’a şükrediyordu. Ömer’i
tezgahının başında tutuyor. Bütün işleri onun yanında
yapıyor, mesleğin bütün inceliklerini ona öğretiyor, Onun
aranan, iyi bir usta olması içi her türlü fedakarlığı
yapıyordu… Hem kendi adı da böylece devam etmiş olacaktı.
O bir ustaydı. Eseri de yetiştirdiği kalfalar ve
ustalardı. Düzelmeyecek eğrilik için çekici eline almazdı.
Zaten bu alemde kişinin geçmişteki ustası gelecekteki
işlerinin miktarının belirleyicisiydi. Bunun için iyi bir
ustanın yanına çırak girmek her çocuğa nasip olacak
mutluluk ve baht açıklığı değildi.
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı
ve on yıl böyle geçti Ömer ustasının yanında kaldı. Onun
için çalıştı. Namı aldı da yürüdü… İnsanlar artık hiç
kimsenin İsmail Ustanın kalfası Ömer kadar iyi bir tornacı
olmadığını söylüyorlardı.
Şehrin bozulan bütün makinelerinin
parçaları yapılmak üzere Ömer’in çalıştığı dükkana
geliyordu. İsmail Usta git gide zengin olmuştu. Bunda
kalfasının da payı olduğundan onu ihmal etmemiş,
sigortasını zamanında yatırmış ayrıca ustası maaşı verir
olmuştu.
Sanki usta, kalfa değil; baba ile oğul
gibiydiler. Ne o kalfasına kem bir söz, ne de Ömer
ustasına bed bir söz etmeden yılları devirmiştiler. Geçen
onca yıl zarfında birbirlerinden en ufak bir
incinmişlikleri olmamıştı.
On iki yılın sonunda Ömer’in askerlik
görevi gelip çattı. Bu yaman bir ayrılık oldu. Koskoca
yirmi dört ay, öyle gelir geçer, yenilir yutulur cinsten
bir zaman değildi bu… Koskoca iki yıl. Hem de ne yıl!
İsmail Usta, günlerini evladı saydığı
Ömer’i beklemekle geçiriyordu. Hasretin acısı iliklerine
kadar işlemesine rağmen; sayılı günler gelir geçer. Hem
dağ dağa kavuşmaz ama insan insana kavuşur diyordu. Kendi
kendisini avutuyordu. Aslında kazın ayağı hiç de öyle
değildi. Gerçekte adeta Yusuf’unu kaybeden Yakup olmuştu.
Tek fark da Yakup’un Yusuf Yusuf figanını, O’nun Ömer Ömer
iniltileri almıştı.
Ömer de başlangıçta geride bıraktığı her
şey gibi ustasını da özlüyordu. Lakin gün geçtikçe en çok
özledikleri arasından ustasının varlığı silinip
kayboluyordu. Ustasının her ay bir kez olsun aksatmadan
gönderdiği harçlıklar ve mektuplar da bu unutulmayı
engellemeye yetmiyordu. Zaman ilerledikçe artık ustasının
mektuplarını okumaz olmuştu. Mektubu açıyor sadece
kağıtlar arasına sıkıştırılmış parayı alıyor, cevap yazma
zahmetinde bile bulunmuyordu. Oysa, askerde insanın
askerlikte günleri mektup beklemekle geçerken, insanın
düşmanından bile gelecek mektuba sevinecekken…
O ustasının mektuplarının kendisi için yük
görüyor, aklınca iyice ihtiyarlayan ustasının askerlik
dönüşünde kendisini başkasına kaptırmamak için bütün bu
iyilikleri yaptığına yoruyordu.
Kendi kendine;
- Buldu, benim gibi birini aklı sıra
askerden sonra da yanında çarığı boğazına çalıştırmak
istiyor. Yok öyle!.. Artık maymunun gözü açıldı. Ustam kaz
gelecek yerden tavuğu esirgemiyor. Kendi dükkanımı açar
keyfime bakarım. Allah kardeşleri bile bir anadan babadan
yaratmasına rağmen rızklarını ayrı ayrı yaratmadı mı? Ben
ne diye bu adamla devam edeyim ki? Kazandığım benim olur.
Üzerimde hakkı yok değil. Ama ben de bunca yıl ona
çalıştım, kazandırdım. Hemen bayramlarda gider elini
öperim, olur biter. Fazla kaldırıp yendirmenin bir anlamı
yok…
Bunları diyordu ama askerlik dönüşünde adet
olduğu üzere kendi dükkanını açmak için gidip ustasının
elini öpüp icazet alma geleneğini nasıl çiğneyecekti?
Ustası dünyada dükkan açmasına müsaade etmezdi.
Gidip izin almasa bu çarşıda duyulup,
yayıldığında yüz yıllarının geleneğini çiğnemiş olmanın
kınanmışlığı ve utancını üzerinde taşımak zorunda
kalacaktı. Askerliğinin son günleri yaklaştıkça bu korku
dolu duygular büsbütün kalbini istila etti. Daha fazla
kendisiyle cedelleşmemek için kestirip attı. Gelenekmiş!
Askerden dönüşte uğramam olur biter…
Terhis olur olmaz, değil ustası ana ve
babası da müsaade etmeyeceğinden kimseye sormadan dükkan
bakmaya koyuldu. İsmail Usta, dönüşünü el alemden haber
aldığı kalfasının kendisine uğramamasına içerledi de
içerledi.. Senden dükkan açmak için izin aldı mı
diyenlere? Aldı, Sağ olsun aldı, dedi. Bu kan kusup da
kızılcık şerbeti içtim demekten farksız bir cevaptı. Çok
geçmedi, beden sağlığı bozuldu. Artık dükkanını yarı sağ,
yarı hasta halinde açıyordu. Bu da dükkanın bazen
saatlerce kapalı kalmasına neden oluyordu. Bu durum
dükkanının hemen karşısında dükkan açan kalfasına
yarıyordu. Zaten Ömer’in kalfalarını bir bir kapmasına bir
anlam veremese de kızmıyordu. Demek ki hakkımızdan
hayırlısı buymuş deyip, geçiştiriyordu.
Günlerden bir gün şehirde yapılmakta olan
barajın inşaatında çalışan makinelerinden biri arızası
giderilmek üzere Ömer Usta’nın dükkanına getirildi. Bu
araçtan şehirde fazla olmadığından bu aracın tamiri ve
bakımıyla ilgili takım ve edevatı almamıştı. Düşündü
taşında. Gidip alsa harcı borcunu ödemezdi. Tuttuğu balık
ürküttüğü kurbağaya değmezdi. Bu işten alacağı para
vereceğinin çeyreği bile değildi. Ustam ihtiyatlı usta.
Onda bütün araçların tamir ve bakımının yapılabileceği
takım var. Çırağı gönderir istetirim dedi, çırağını yanına
çağırdı. Gerekli olan takım ve edevatı yazdığı notu
avucuna tutuşturdu. Çırağın; - Ama Usta! Demesine;
- Sana ne diyorsam onu yap. İsteyenin bir
yüzü, vermeyenin iki yüzü kara dedi… Çırağı, ister
istemez İsmail Usta’nın dükkanının yolunu tuttu. Sonucu
sabırsızlıkla merak Ömer saklandığı kapının ardından
çırağının dönmesini bekliyordu. Çırak kısa sürede eli boş
döndü. Usta vermedi. Dedi ki; ustana söyle ustasından izin
almadan hem de onun karşısında dükkan açmasını biliyor. Az
yesin, kısa giysin kendisine takım tezgah kursun. Ateş
sana kim üfledi! Ömer’in beti benzi attı. İçinde ustasına
dair kalan iyi niyet kırıntıları da tümden yok oldu.
Zaten ben biliyordum: Yanılmadım, yanında
çalıştığım zamanki bana iyi davranmasının sebebini; beni
dükkanına kalfa kendisine köle yapmak. Ben de o göz var
mı? Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarırmış! Ama ben
aslanım aslan! Hemen malzemecinin yolunu tutu. Gerekli
gereksiz ne kadar işiyle alakalı malzeme varsa hepsini
harç borç demeden satın aldı. Artık bütün zamanını gece
gündüz demeden dükkanında geçiriyordu. Hayatı dükkanı
olmuş, tek uğraşı ise işi…
Aradan birkaç hafta geçmişti ki öğle vakti
olmasına rağmen ustasının dükkanını açmadığını gördü.
Akşama kadar da dükkan açılmadı. Meraklandı… Günler
günleri, haftalar haftaları kovaladı. İki ay böyle geçti.
Merakını diğer dükkan sahipleri giderdi. İsmail Usta hasta
yatağında yatıyordu… İçinden bir ara gitmeyi düşündüyse de
ustasının kendisi için çırağına söylediklerini aklına
getirdi, vazgeçti… İşine koyuldu…
Ustasına yaptıklarından dolayı oğluna
küsmüş olan Ömer Usta’nın babası hiç yapmadığı işi yapıp
ilk kez oğlunun açtığı dükkana uğramıştı. Hem de sabahın
köründe. Askerlik dönüşünde dükkan açmasına müsaade
etmediği gibi hayırlı olsuna da gelmemişti. Babasını
kapıda karşıladı. Onun istemiyorum. Bugün çay içilecek gün
değildir. İtirazlarına aldırmadan çırağını kahveden çay
getirmesi için gönderdi. Şunun şurasında ilk defa
dükkanıma uğruyorsun, baba dedi. Babası;
- Evladım: Bugün de gelmezdim lakin sabah
namazından sonar İsmail Usta’yı ziyaret için evine gittim.
Çok hasta. Gitti gidecek… Benden seni yanına göndermemi
istedi. Onun için kalktım geldim. Gitmezsen hakkımı helal
etmem. Ona göre! İtiraz da istemem! Adam öldü, ölecek.
Öyle bir dost, öyle bir insan zor bulunur. Ah ah! Onun
hatırı değil mi beni buraya getiren? Dedi ve hızla
dükkandan uzaklaştı.
Ömer fazla umursamadı. Akşam olsun giderim,
dedi. Ustasıyla yüzleşmek korkusundan işi savsakladı.
Akşam olunca babasının gittin mi sorusuna hayır demenin ne
demek olduğunu düşündüğünde, irkildi. Çırağına aldırdığı
çikolata ve kolonya ile ustasını evinin yolunu tuttu.
Açılan kapıdan içeriye girdi. Ustasının
hasta yattığı odaya doğru yöneldi. Çıraklığında bu evi su
yolu ettiğinden avucunun içi gibi biliyordu.
Ustasının bulunduğu odaya girdiğinde selam
verdi. Selamını alan ustasının gösterdiği sandalyeye
oturdu. Bir zaman sessizlik hakim oldu… Sessizliğin sesi
ustanın tekrar konuşmaya başlamasıyla bozuldu, Ömer
evladım:
- Buyur usta.
- Seni, sevgili dostum, baban ellerinden
tutup yanıma getirdiğinde parmak kadar çocuktun. Ellerimde
büyüdün desem yalan olmaz…
- Olmaz usta.
- Sen, benim çocuktan yana nasipsiz olan
dünyama bir bahar gibi geldin. İçimde umut çiçekleri açtı.
Sevinç güneşi doğdu. Şu fani dünyada bir hanım, bir de
ben; iki de gölgemiz eder dört. Kul namına, başka kimimiz
kimsemiz yok. Seni, takımları istemek için çırağını
göndermeni saymazsak; hiç kırdığım, üzdüğüm oldu mu?
- Hayır, olmadı usta.
- Seni evlat gibi, gibisi fazla evladım
olarak gördüm. Öyle gördüğüm için de evladım gibi
yetiştirmek istedim. Sen askerden döndükten sonra dükkanı
sana bırakıp, inzivaya çekilip, ibadet ve taatle meşgul
olmayı düşündüm. Tabi sağlığım elverdiği ve havalarında
güzel olduğu günlerde yanına uğrayıp bir çayını içmeyi
düşünmedim değil. Nefsim için senden beklediğim sadece ve
sadece bir bardak sıcak çaydı. Emekli maaşım hamın ile
benim başımdan aşıyor.
- Evet seni isteyerek ve bilerek kasıtlı
bir kez incittim. Ama ameller niyetlere göredir. Allah da
biliyor ki niyetim halisti… Öyle diyerek seni daha bir
şevkle dükkanına bağlamak istedim. Şayet o gün o
malzemeleri verseydim; senin için benim dükkan umut
kapısı olacağından dükkanım diyemezdin. Hem sen biraz eli
açık, gezip tozmayı seven birisin. Dükkanına
bağlanamamandan korktuğumdan bunu yaptım.
Niyetim hayır olsa da senden davranışımdan
hasıl olan kırgınlıktan dolayı ustan olarak hakkını helal
etmeni istiyorum. Budur senden yegane isteğim. Benim için
paranın pul.un kıymeti yok ki, takım tezgahın olsun. Bunun
için vasiyetimde de belirttiğim gibi dükkanın mülkiyeti ve
içindekilerle birlikte sana bırakıyorum… Hakkını helal et
helal et evlat!
- Ömer hıçkırıklar içinde helal olsun usta!
Helal olsun. Sen yıllarca benim gibi bir eşeği adam etmeye
uğraşıp durmuşsun meğer ben ne aptalmışım ne nankörmüşüm.
Küçücük hesapları nefsimin hilesini hesaba katmamışım.
Cehaletimle büyütmüşüm de büyütmüşüm, dedi.
Ölümün neden kendisine değil de ustasına
geldiğine kızdı durdu. Kendisi ölse hiç değilse
yeryüzünden bir kötü eksilirdi. Ama şimdi bir iyi
eksiliyordu. Ustasından ne yapıp edip o helallik
almalıydı. Kendini toparladı ustasının elini, yüzünü öptü.
Asıl onun hakkını helal etmesi gerektiğini tekrarlayıp
durdu. Sonunda bu muradına nail oldu… Nedenini bilmeden
evden koşar adımlarla uzaklaştı. Belki de ustasının
yanında durdukça vicdan azabı ve utanç bir kat daha
arttığından olsa gerek…
O gece yerde mi gökte miydi, belli değildi.
Onun için yerle gök bir birini kucaklamış sanki o arasında
kalmıştı. Çok zaman geçmeden ustasının ölüm haberi çarşıda
yankılandı. Vasiyeti doğrultusunda dükkan kendisine
verildi. Yaşadığı sürece hep düşünüp durdu; hangisi
hakkında hayırlıydı. Ustasının kendisinin sandığı gibi
çıkması mı yoksa böyle erdemli olması mı? Çünkü böyle
çıkması bir ömür boyu sürecek vicdan azabına gark etmişti.
Kendisinin sandığı gibi çıkması vicdanını rahatlatacaktı.
Ustası ona Yakup olmuştu ama o ustasın
Yusuf olamamıştı. Ustasını buğday ambarı olan ustalığını
boşaltmış fakat hikmet ambarından hiç faydalanamamıştı…
BİR DİLENCİ DÖRT DELİ ( HİKAYE )
Nedendir bilmiyorum.Lakin onlar beni, ben de onları seviyorum.Şehrimin en
alttakileri..Yani delileri ve dilencileri.Vakit buldukça onlarla oturup
bir de onların penceresinden hayata bakıyorum. Onlarla oturup konuşuyorum.
Hem karşımda çıkara ve hesaba dayalı bir mekan ve kalp paylaşımı
olmadığından işin içine çıkar ve riya gibi içtenliği bozan duygular da
girmiyor.Tamamıyla bulunduğumuz mekanda yürek paylaşımına dönüşüyor;
buluşmalarımız ve konuşmalarımız.
Üzerimde günün yorgunluğu,omuzlarımda bir ayın ağırlığı aheste adımlarla
Mumcu Caddesi’nden yukarıya çıkıyorum.Nevriye Eze,o günkü
nevalesini çıkarmak üzere yola koyulmuş. Hem de sigarasını tellendire
tellendire..Gözlerinde her şeye rağmen hayat yaşamaya değer der, bir
ışıltı, çehresinde hüzün kokan tebessüm var.Bana yönelerek:Haydi
oğul,paramı ver diyor.Ceplerimi karıştırıyorum.Ayın sonu oluşu hasebiyle
kalan param olan Bir Yeni Türk lirasını, Nevriye Eze kalan paramın hepsi
bu..Al hepsi senin olsun. Diyerek ona doğru uzatıyorum.Birden yüzündeki
sevinç kayboldu.Kızgın bir şekilde:O parayı al, cebine koy oğul!Erkek adamsın.
Cebinde para olsun. Ne olur ne olmaz..Ben gider başkasından bulurum.
Senin son paranı almam dedi ve süratle uzaklaştı..Birden geriye
döndü.Bağıra bağıra;hem şimdiki kadınlar yoktan anlamaz bunu bir kenara
yaz dedi..Gözden kayboldu.Elimdeki para ağırlaştı..Kalbimde sevinç
nemalandı..Hemen karşı caddede yerlere uzanmış başka şehirden gelen
dilenciler mesleklerini tüm ince ayrıntılarıyla icra ederek adeta ayak
üstü tiyatroya dönüştürerek/oynayarak dilenirken, Şehrimde kendisine
uzatılan parayı son param dediğim için geri çeviren bir dilenci
vardı!Dilencilerin kaçı bu yüreklilikteydiler.Zenginlerin kaçı bu tok
gözlülükte.
Öğle namazını cemaatle eda etmek için telaşla abdest almaya çalışıyorum.Bu
esnada çarşının tescilli delisi de şadırvandan suyunu içmiş gidiyordu
ki;Takılayım dedim.Kalbi kırılmasın diyerek kelimeleri seçerek;Ahmet Abi,
ben burada namazı kılacağım.Sen nerede kılacaksın?.Gülerek Arif,ben
Mekke de kılacağım. Coğrafyacı olmam hasebiyle cevabının tesadüfi olup
olmadığını anlamak için, Ahmet Abi,peki Mekke ile buranın arasında kaç
dakikalık zaman farkı var dedim. Valla hemen hemen aynı demesiyle
irkildim..Evet iki şehir arasındaki zaman farkı hemen hemen aynı idi.İşte
size akıllıların deli damgasını vurduğu bir deli.Ben akıllı çocuklara
yerel saatleri ve meridyenleri anlatırken saçımı başımı anlamamalarından
yolacak durumlara düşerken.Bana yerel saatler konusunda ders veren bir deli..
Canım sıkkın adını bilmediğim ama deliliğini gözlerinden okuduğum
Erzurumlu olduğu her halinden belli olan bir deli gelip bankta yanıma
oturuyor.İçmek üzere çıkardığım sigaradan bir tanede ona uzatıyorum.Uzun
süren sesizlikten sonra konuşmayı ben başlatıyorum.
Tanımadığım için öylesine soruyorum.Dadaş akıl nedir?Başını öne eğdi.
Gözlerini parmaklarının ucuna odakladı. Öylece uzun süre kaldı.Yavaşça
başını kaldırdı ve sigarasından derin bir nefes aldı.Biliyor musun Nüsret?
akıl camdan bir kavanozdur.Hayatın sert zemininde ellerinde
taşıdığın.Ellerinden kayıp kılrıldımı bitti.Bir daha yapamazsın..Benim
gibi deli olur adın.Ben o kavanozu kıranlardanım....İşte bu şehrin
delilerinden birisinin dilinden akılın tanımı..
Ünüyle şehrin ileri gelen delilerinden olan Deli Memo elindeki bastonla yine
kendisi gibi deli olan, bu yetmezmiş gibi birde felçli olan yeğenini
evire çevire dövüyordu.Sigarası bir tarafa kendisi bir tarafa savrulan
yeğeni avazı çıktığı kadar canının yanmasından dolayı
bağırıyordu.Yanlarına yaklaştım.Memo Amca yazık değimli çocuğu
dövüyorsun?Hem o senin yeğenin.Nasıl böyle bir şey yaparsın
dedim?Yeğenini dövme işini bıraktı..Yeğeni de fırsat bu fırsat diyerekten
ipini koparıp kaçtı..Bana dönerek şerefsiz, ramazanda oruç
yiyor.Millete saygısı yok.Allah’tan korkmaz; kuldan utanmaz. Şaşırdım kaldım.
Bir çok akıllı orucu yemek için bin bir bahaneye
sarılırken şehrin delisi oruç tutuyordu. Orucunu yiyen deli ve felçli
olan yeğenini insanların inançlarına saygılı olmadığı için
dövüyordu..Kimileri de oruç tutmadığı gibi tutanları da yobaz diye
yaftalarken.Bir deli inanca saygıyı akıllılara öğretiyordu..
|